Resûl-i Ekrem (sav)’in devr-i saadetlerinde izledikleri yol ve Hülâfa-i Raşidin dönemindeki tatbikat “sünnet” kavramı ile açıklanabilir. Hûlefa-i Raşidin döneminden sonra İslâm’a sokulmaya çalışılan itikâdî, siyasî ve ameli yaklaşımlar bid’at hükmündedirler. Bunların bir çoğunu bid’at-ı hasene olarak nitelendirmeye çalışanlar, Resûl-i Ekrem (sav)’in: “Dinimizden olmayan herhangi bir şeyi uyduranın ortaya koyduğu merduttur. Her bid’at dalâlettir” (Sahih-i Müslim, Cuma/43) hükmünü dikkate almıyorlar, demektir. Bid’at, sünnetin zıddıdır.
Yüce yaratıcı insanoğlunu mükerrem ve mükemmel bir varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu mükemmelliğine rağmen insan, ilahî hitaba doğrudan muhatap olacak yapıya sahip değildir. Bu sebeple dünyada insan hayatının başladığı günden beri, Allah Teala, onların arasından seçtiği “Nebî” veya “Resul” denilen peygamberleri kendisiyle kulları arasındaki irtibatı kurmak ve açıklamakla görevlendirmiştir. Bütün peygamberler, Allah’ın emir ve nehiylerini O’nun kullarına ulaştırmak ve onlara doğru yolu göstermekle görevlendirilmiş hidayet elçileridir. Peygamberler bu kutsal elçilik görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem de ümmetine Allah Teala’nın istediği şekilde yaşamaları için gerekli bilgileri uygulamalı olarak vermiştir.
Bu bilgi ve rehberliğe tam riayet etmeyen halkı müslüman ülkelerin uğradığı felâketlerin temelinde İslam’dan uzaklaşma ve bid’atler yatmaktadır. Her bid’atın; mutlaka bir sünneti ortadan kaldırdığı dikkate alınırsa, işin vehameti daha kolay kavranır. Zira bid’at çıkarma arzusu; tam ve kâmil olan İslâm nizamında noksanlık veya fazlalık varmış vehmine dayanır. Bu vehim ise, “Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak müslümanlığı (verip ondan) hoşnut oldum” (Maide, 5/3) âyet-i kerimesinden şüpheyi beraberinde getirir. Bunun itikâdi yönden insanı hangi noktaya getireceği basiret sahiplerince malûmdur. Kaldı ki, İslâm’da olmayan herhangi bir şeyi, İslâm’a sokmaya çalışmak veya hükümlerin bir kısmının çıkarılmasını arzu etmek, küfr tehlikesini beraberinde getirir.
Peygamber Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an ayetlerini, görevi gereği, İnsanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun aslî göreviydi. Hemen işaret edelim ki Peygamberimiz’in tebliğ görevi evrensel olduğu için, açıklamaları da ona uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani sünnet, Kur’an’ın evrensel planda Hz. Peygamber tarafından yorumlanması demek oluyordu.
Günümüzde din ile irtibatlandırılan bid’at ve hurafeler aslında İslam toplumunun ortak problemidir. Bid’at ve hurafelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü insanlarda esrarengiz olaylara ilgi, genellikle bilginin önünde gider. Bu ilgiyi hakiki dini bilgi ile doyurup iyiye kanalize edecek kurumlar yeterli olmadığı ve dini bilgilenmede problemler yaşandığında insanlar din adına çoğu zaman hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid’atin peşinden ancak dini hassasiyeti zayıf cahiller gider. Ehl-i sünnet çizgisinde cehaletten kurtulmayı görev sayanlar hurafelerle mücadele etmektedir.
Bid’at dinde yeri olmayan yeni eylem demektir. İslâm’a ait olmamasına rağmen onun bir parçasıymış gibi hayata geçirilen sünnete aykırı her eylem bu isimle damgalanır. Bid’atlere itibar etme isteği, çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilir. Bu tehlikeye karşı iman ve amelini koruma duyarlılığına sahip her mü’min hakiki dini ilimleri öğrenmek durumundadır.
Halk arasında “Dört Hak Mezhep” kavramı; ehl-i bid’atla mücadele veren İslâm ûlemasının gayretiyle yerleşmiştir. Ancak “ehl-i kıble’nin tekfır edilemiyeceği” (İmam-ı A’zam, Fıkh-ı Ekber, (Aliyyü’l Kari Şerhi) s. 424) yolundaki külli kaide ve ehl-i kıble ıstılâhı unutulunca; her önüne geleni tekfır eden, hâricî mantığı yeniden gündeme girmiştir. Tabii bu arada; ideolojik taarruzlar sonucu, “ehl-i sünnetin akaidi” ile hiçbir alâkası kalmayan tiplere de rastlamak mümkündür.
“Bid’atı red ve ondan el çekmek, beğenilmiş sünnettir. Her bid’at zem edilmiştir ve delâlettir” (Gazzalî, Camiû’l Avam, İst. 1978 s. 78). Ayrıca İmam-ı Gazali, Mustasfa isimli usûl kitabında, din emniyetinin sağlanabilmesi için, bid’at ehlinin cezalandırılmasını şart koşmaktadır. İmam-ı Rabbani de Mektubat isimli ünlü eserinde “bid’atın hasenesi olmaz, hepsi mezmumdur” (Mektubat, c. I, Mektub no:186) buyuruyor.
İslam ümmeti için bid’atler ciddi tehlikedir. Bunu Peygamber Efendimiz önceden haber vererek Müslümanları uyarmıştır. “Dinde yeni ortaya çıkan (sünnete muhalif) bid’atlerden sakınınız. Çünkü (sünnete muhalif) her şey bid’attir, her bid’at dalalettir” (Tirmizi, İlim, 2600/Ebû Davut, Sünnet, 3991).
İmam-ı Rabbânî (k.s.) Hz : “Hepimize lazım olan, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin, Kitab ve Sünnet’i layık olduğu şekilde anladıktan sonra çıkardıkları hükümlerle itikadımızı tashih etmektir. Ehl-i Sünnet’in büyüklerinin görüşlerine muvafık olmadığı müddetçe hiç birimizin görüşü muteber değildir. Görülmüyor mu ki, her bid’atçi ve sapık, kendi batıl görüşlerini Kitab ve Sünnet’ten aldığını iddia etmektedir” (Mektûbât, c.1. Mektup, 157).
Müslümanlar ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya çalışmak suretiyle İslami kimliklerini koruyabilirler. Dinden uzaklaşma sünnetin terki ve mekruhların işlenmesiyle başlar. Bu daha sonra farzların terkine ve haramların işlenmesine doğru gider. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetlerin birer birer terkiyle ortadan kalkar. Zira, sünnetin terkedilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı olan bid’atla doldurulmaktadır. Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla “İslam kültürü” demektir. Bid’at ise, İslam kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı unsur demektir. Muhtelif kıta ve iklimlerde yaşayan müslümanlar arasında çağlar boyu görülegelen ortak değerler ve uygulama benzerlikleri, sünnetin belirleyiciliği, birleştiriciliği, bütünleştiriciliği yani evrenselliği sayesinde olmuştur. Açıkça söylemek gerekirse, ümmet sünnetle vardır, onunla yaşar. Yozlaşma sünnetten ayrılmakla başlar.
Mesela bazı yerlerde görülen kabirlere ve ağaçlara çaput bağlamak, mum yakmak dinimizde yoktur. Bunlar dini bilgiden haberi olmayan cahillerin yaptığı hurafelerdir. Ancak temel atılırken, yeni araba alınca, hastalık gelince, hasta iyi olunca Allah rızası için kurban kesilebilir. Bunlar hurafe değildir. Fakat etlerinin yalnız fakirlere verilmesi lazımdır.
Müslümanların davranışlarının İslami olabilmesi ve kıvama erebilmesi için zihnin şüphe, hurafe, vehim ve yanlış düşüncelerden kurtulması gerekmektedir. Bu noktada İslam bütünlük arz etmektedir. Her Müslüman etrafında olup bitenleri anlamlandıracak şekilde dini ilmihal bilgilerine sahip olmalı ve İslami dünya görüşünü şekillendirmelidir. Bu noktada Kuran, hadisler ve İslam kültüre yeterli veriye sahiptir. Bid’at ve hurafeler İslami güzellikleri sona erdiren tehlikeli zehirlerdir.