DİNİ DEĞERLER ve MANEVİ ÖNDERLER

Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.” (ayet)

Toplumsal hastalıklardan kurtulmak, dini değerlere sahip çıkarak manevi önderlere uymakla mümkün olabilirk

Alimler: Toplumun Sigortasıdır

Bir arada yaşama sanatı, belli değerleri ve kriterleri gerektirir. Manevi değerler ve önder olmak durumundaki âlimler, toplumların sigortası mesabesindedir. İnsanoğlunu yaratan Allah, onu başıboş bırakmamış, peygamber ve kitap ile nasıl yaşayacağını ve mutlu olacağını bildirmiştir.

 

Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ise Kitap ve sünneti emanet olarak bırakmış, ‘âlimler Peygamberlerin varisleridir’ gereğince de bu bayrağı İslam âlimleri taşır hale gelmişlerdir. Toplumun manevi mimarları olan âlimler ve dini değerler, huzur ve saadetin de garantisi konumundadırlar.

Örnek şahsiyetlerin modellenmesi, kişi ve toplumların şekillenmesinde birinci derece rol oynarlar. İlmiyle amil, ihlâslı âlimler, toplumun önderleri ve manevi mimarlarıdır. Rasulullah’ın örnekliğinin günümüze yansıması, sünnetullah (Allah’ın kanunu) gereği varis olma durumundaki âlimler vasıtasıyla olacaktır. Ancak, günümüzde olduğu gibi bazı fitne devirlerinde her şey birbirine karışmış olabilir. Her değerli şeyin sahtesinin olduğu da acı bir gerçektir. Bilindiği üzere altının bile sahtesi söz konusudur. Ama ehli, sahte ile gerçeği birbirinden ayırabilir. Zaten hak ve batılın ölçüleri açık ve nettir.

“Allah’ın İpine Sarılın, Parçalanmayın!”

Toplumun değerlerinin aşağılanması, o toplumda yaşayan insanların davranışlarını olumsuz yönde etkilemekte ve kabiliyetlerini yeterince geliştirememelerine sebep olmaktadır.[1] Bilhassa böylesi zamanlarda, söz ve davranış uyumu halindeki manevi önderlerin, toplum hayatının düzeni için, birlik ve beraberliği ön plana çıkarmaları Kur’ânî bir emirdir. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.”[2] Müslümanların zaafa düşmelerinin en büyük sebebi, parçalanma sebebiyle güçsüz hale gelmiş olmalarıdır. Onlar ‘Allah ve Resûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider[3] ayetinin hükmüne uymadıkça kendilerini zillete mahkum bulacaklardır.

Müslümanlar, inananların kardeş olduğu şuuruyla yaşayarak, kendi içlerinde bütün olmanın yanında, kendinden olmayanlarla münasebetlerine dikkat etmeli, prensiplerden taviz vermeksizin sırlarına sahip olmalıdırlar. “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.”[4] Bu sırdaş edinmeme ve kendinden olmayanları dost edinmeme meselesine de ayrıca dikkat etmek, İslam’ın ve müslümanların selameti açısından gereklidir.

Cemaatler Sosyolojik İhtiyaçtır

Cemaatler sosyolojik olarak bir ihtiyaca cevap vermektedir. Önemli olan cemaatlerin birbirlerinden haberdar olup, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleridir. Birilerinin ‘şucu’ veya ‘bucu’ şeklindeki isimlendirmeleri, Müslüman kardeşliğine halel getirmemeli, inananlar bu oyuna gelmemelidir. Aksi halde art niyetliler hedeflerine erişmiş, böl, parçala yut taktiğini, inananları güçsüz bırakma stratejisi olarak kullanmış olurlar.

İnsanların huzur ve mutluluğunu engelleyen samimiyetsizlik, ilkel toplumların bilmediği bir davranış biçimidir ve bu davranış, dini değerlerden uzaklaşarak kurulan uygarlıklarla ortaya çıkmıştır.[5] Bu toplumsal hastalıklardan kurtulmak, dini değerlere sahip çıkarak manevi önderlere uymakla mümkün olabilir. Aksi halde toplumdaki bozulma katlanarak hızlanır.

“İnanıyorsanız, Üstünsünüz”

İnananlar imanlarının gereklerini yerine getirdikleri müddetçe, üzülmelerine gerek ve sebep yoktur. “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz[6]  Bu ayet-i kerime gerçek anlamda inanıp, imanlarının gereğini yerine getirenlerin mutlaka selamet ve galibiyete ereceklerini haber vermektedir.

Günümüzdeki ve diğer bazı zamanlardaki inanmayanların maddi üstünlükleri karşısında müslümanların, dinlerine itimadı sarsılmamalıdır. “Eğer size bir yara dokunduysa; onlara da öyle bir yara dokundu. Biz o günleri insanlar arasında evirip çeviririz. Allah’ın sizden iman edenleri bilmesi ve sizden şahitler tutması için böyle yaparız. Allah, zulmedenleri sevmez.”[7]

Yeryüzünde sünnetullah denilen kanunlar hüküm sürmektedir. Bu, sebeplere tevessül (sarılmak) zemininde devam eden bir muhtevaya sahiptir. Gerekli tedbirleri alanlar muvaffak olurlar, tembellik edenler zafere erişemezler. Allah çalışana karşılığını verir ve herkes çalıştığının karşılığını alır. “İnsan ancak çalıştığına erişir.”[8] Fert ve toplum olarak, dini ölçüler ve manevi önderlerin ışığıyla, hak ve hakikati güçlü kılmak için çaba sarf etmek inananların boynunun borcudur.

Toplum içinde müslüman; kendinden emin, prensiplerden taviz vermeyen, çalışkan bir tutum içinde olmak durumundadır. İyiliği önce kendinde tatbik edip, sonra etrafına yaygınlaştırarak ve kötülükleri iyiliklerle ortadan kaldırmaya gayret etmelidir.

Müslümanlar nemelâzımcılık düşüncesini kafasından silerek toplumsal bilince erişmelidir. Kendisine dokunmayan yılanın, bir gün kendilerine de musallat olabileceğini akıldan çıkarmayarak şuurlu bir toplumsal hayat yaşamak gerekmektedir. Bu noktada, dini değerler ve manevi önderlere itibar edenler yanılmazlar. Kıble olarak Ka’be’ye, kalb ile Allah’a bağlı olarak tevhit inancının günlük hayatımıza yansıması temennisiyle…

       Dipnotlar:  

1-       Paul Johnson, Enemies of Society, Weidenfeld, London, 1977, s. 185-193

2-       Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 103.

3-       Kur’ân, Enfâl (8): 46.

4-       Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 118.

5-       Geçtan, İnsan Olmak, s. 13.

6-       Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 139.

7-       Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 140.

8-       Kur’ân, Necm (53): 39.


[1] Paul Johnson, Enemies of Society, Weidenfeld, London, 1977, s. 185-193.

[2] Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 103.

[3] Kur’ân, Enfâl (8): 46.

[4] Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 118.

[5]       Geçtan, İnsan Olmak, s. 13.

[6] Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 139.

[7] Kur’ân, Âl-i İmrân (3): 140.

[8] Kur’ân, Necm (53): 39.

Bir yanıt yazın