Dr. Abdurrahman Daş
İnsan, doğduktan itibaren belli bir yaşa gelinceye kadar beslenme, korunma ve bilgilendirilme alanında ilk önce anne-baba ve diğer aile yakınlarının desteğine ihtiyaç duymaktadır. Aynı şekilde insan eğitimine katkısı olan belli eğitim ve merkezlere ihtiyaç duymaktadır.
İlk bilgi ve terbiye eden, bizzat Cenâb-ı hakkın kendisi olmuştur. Nitekim bu gerçek Kur’an-ı Kerimde;“Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti”[1] haber verilmiştir. Yüce Allah, insanoğluna verdiği akıl ve vicdan gibi bazı nimetlerle onu, diğer varlıklardan üstün kılınmıştır. Daha sonra da kendine elçilik görevi verdiği peygamberler ve Nebiler vasıtasıyla bütün insanlığın aydınlanmasına, öğretme ve öğrenmelerine vesile kılmıştır. Her bir peygamberin belli bir mesleği icra etmesiyle insanlığa öğretmenlikte öncülük yapmışlardır.
İnsanlar, tarihi süreci içresinde her zaman bilenler-bilmeyenler, aydınlar- cahiller gibi zıt vasıflara sahip zümrelerin varlığına şahitlik yaparak gelmiştir. İşte Kültürler, Medeniyetler, her türlü sözlü, yazılı, mimarî vb. eserler de böylece meydana gelmiş, nesilden nesile aktarılarak varlığını sürdürmektedir.
İslam dini insana her şeyden önce ve çok değer verdiği içindir ki “Seni yoktan var eden Allah’ın adıyla oku!”[2] ilk gelen ilâhî emir olmuştur.
Hz. Muhammed(sav.) ilk vahiy emrini aldıktan itibaren okumaya, okutmaya ve bu faaliyetlere her zaman öncelik tanımıştır. İlimle uğraşanları övmüş, yüceltmiş, onlara verilecek mükâfatın büyüklüğünden haber vermiştir. İslam toplumunu okuma-yazma bilen, ilimde ileri düzeylere getirebilmek için alınan esirlerden okumaya yazma bilenleri seçerek, Müslümanlara öğretmeleri karşılığında serbest bırakmıştır. Efendimizin bu davranışı o zamana kadar insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir olay olmuştur. Çünkü o, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[3] ilahî tespiti en iyi bilen idi. Öyle ki etrafındaki sahabîlere ve dolaysıyla kıyamete kadar gelecek bütün insanlara hitaben: “Alimin uykusu, cahilin ibadetinden daha üstündür” ve “Ümmetimin en hayırlısı sırasıyla 1.öğreten, 2.öğrenen, 3. bunları dinleyen, 4. ilmi yapanlara karşı sevgisi olan (sevgi besleyen ya da ilgi duyan) kimsedir…”[4] yine “Sizin en hayırlınız Kur’an öğrenen ve öğretenlerdir.”[5], “HikmetMüminin yitiğidir”[6] buyurmuştur.
Kıymetli Dinleyenlerim!
İslamiyet’in ilk yıllarında öğrenme işi yazı yazma-okuma ve Kur’an’ı okuyabilmekten ibaret idi. Bu ilk faaliyet Peygamber Mescidinde Ashâb-ı Suffe olarak bilinen gençlere yönelik olmuştu. Kısa süre sonra öğrenme ve öğretme faaliyetleri evlere, mescitlere ve camilere kadar genişlemiş, zamanla bu mekânlar da yeterli görülmeyerek, öğrencilerin yaş ve bilgi düzeylerine daha uygun medreseler, mektepler inşa edilmiş ve eğitime imkân tanınmıştır.
İslâm’ın yayılmasına paralel olarak, farklı coğrafyalardaki ırk, kültür ve medeniyetlerle yüzleşmeler vuku bulmuş, tercüme yoluyla oralarda yapılan ilmî çalışmalardan yararlanma yoluna gidilerek “Dâr’ül-Hikme” merkezi kurulmuştur. Bu şekilde hızla yol alınmaya, bilgi ve ilim alanında var olan eksiklik giderilmeye çalışmıştır.
İnsanların ufku genişleyin, onların bu aydınlamaları kendi medeniyetlerinin gelişmesine yansıyacağı bir hakikattir. O halde gelişen bir medeniyet ortamında ilmi çalışmalar da hızlı olacaktır.
İnsanlar, uzayı merak etmiş, astronomi ilmini, insan karakterlerini merakla “ilmi Kıyâfe” yi, mimarî, mühendislik, tıp, matematik, tarih, coğrafya, güzel yazı çeşitleri, dilbilgisi ve gramer, mûsikî gibi muhtelif ilim dallarında eserler yazmışlar, sonraki nesillere bilgi birikimlerini aktarmayı başarmışlardır.
Değerli dinleyenlerim,
Türklerin İslamiyet’le şereflenmelerinden sonra pek çok ilim alanında değerli bilginler yetiştirmiş, İslam medeniyetine önemli eserler bahşetmişlerdir. Ancak 700-800’lü yıllarda yetişen bu bilginler, özel hocalardan veya bazı ilmî ekol olarak niteleyeceğimiz (Basra, Kûfe, Bağdat, Samarra vb. ekoller gibi) hocalardan dersler alarak tahsillerini tamamlamışlardır. Meselâ; İbni Sina, Farabi, el-Bîrûni gibi bilginlerimiz özel hocalarından ders okuyarak yetişmişlerdir.
İlk teşkilatlı medrese, Mısır’da Fâtimîler kurmuştur. Ancak Sünni mezhep anlayışına sahip olan âlimler burada okumamışlardır. Nizamiye Medreseleri ise daha sonra Büyük Selçuklu devleti döneminde kurulmuştur.
Türkler, Anadolu’yu fethettiği ilk yıllarından itibaren ülkenin her tarafına çok büyük medreseler inşa etmişlerdir. Meselâ; Konya’da Karatay, Sırçalı ve İnce Minare medreseleri, Isparta-Atabey’de Mübârezeddin Ertokuş Medresesi, Sivas-Divriği, Kayseri ve Erzurum, Diyarbakır’daki medreseleri sayabiliriz. Aynı dönemde han, hamam, köprü, cami ve su kanalları gibi eserleri inşa ettiklerini görüyoruz. Bütün bu tarihi eserlerin varlığı, tarihte Türklerin ilim yolunda ne kadar ileri bir düzeyde olduklarına şahitlik etmektedir.
Anadolu Coğrafyası Türklerin eline geçtikten sonra ilk yazılan eserler, astronomi yani fen ilimleri alanında olmuştu. Yani o dönemin eğitim merkezleri olan medreselerde ağırlıklı olarak müspet ilimler öğretilmiştir. Elbette dinî ilimler olarak tasnifini yaptığımız tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, siyer ve İslam tarihi alanlarında da dersler veriliyor, eserler telif ediliyordu.
Değerli Dinleyenlerim,
Devlet ve milletin tarihinde süreklilik vardır ve zorunludur. Her alanda olduğu gibi eğitim sisteminde, okutulan ders programlarında da aynı sürekliliği görmekteyiz. Yani Anadolu Selçukluları döneminde medresede okutulan derslerin tamamı Osmanlı medreselerinde de okutuluyordu. Uzun süre medreselerde okutulan derslerde özellikle Hanefi Fıkhına dayalı eserler, Eşâri ve Maturidi itikadı ekolüne ait müelliflerin kitapları, Dâr’ül-Hadis merkezlerinde hadis ilmine dair dersler okutulmuştur. Hadis alanında özellikle İstanbul, Konya, Sivas, Erzurum merkez olmak üzere hadis derslerinde önderlik yapmış merkezlerdir.
Osmanlı döneminde medreselerde dersler daha çok Farsça, Arapça ve Osmanlı Türkçesiyle okutulmuş ve telif edilmiştir. Uzun süre aynı tarzda devam eden medrese eğitimi programlarında değişiklik olmamıştır. Ancak 1730-40’lı yıllardan sonra askerî alanda faaliyette bulunan “Bahriye-i Hümâyun” alanında Avrupa’daki kurumlarda okutulan ders anlayışına benzer eğitim verilmeye çalışılmıştır.
Osmanlı medreselerindeki müfredat programlarını değiştirme fikri 1700-1800 tarihleri arasında aydınların zihninde oluşmuş ise de, uygulama imkanı 11.Meşrutiyetin ilanından sonra olmuştur.
Matbaanın yaygın olarak kullanılmasıyla beraber medreselerde okutulan kitapların çeşitliliği ve yaygınlaşması hem medreselerin daha sonra da mekteplerin artmasına yol açmış, hem de eğitim gören öğrencilerin sayısında artışa sebep olmuştur. Gerçi dini kitapların matbaada basılmasına ilk başta fetva verilmemiş ise de daha sonra bu yersiz engel ortada kalkmıştır.
Medreseler, ilim dallarına, Müfredat seviyelerine ve müderrislerin maaş oranları gibi farklı ölçütlere göre adlandırılıyordu. Belli dönemlerde çocuklar ve yetişkinler, aynı medrese içerisinde birlikte ders alırken, daha sonraları çocuklara “Sıbyân Mekteplerinde” eğitim ve öğretim faaliyetleri ayrı olarak verilmiştir.
Osmanlı döneminde medreselere ilaveten Tekke ve zâviyelerde, cami ve mescit ortamlarında, askeri kışlalarda “Tabur İmamları” vasıtasıyla da dinî her konuda Örneğin; Kelam, fıkıh, ibadet ve muamelât, hadis, tefsir, siyer ve Tasavvufa dair bilgiler, cihat, şehitlik ve gazilik konularında dersler verilmiştir. Yaygın şekilde okutulan bazı kaynaklardan ad vermek gerekirse bunlar: Müzekkin-Nufûz, Ahlâk-ı Adûdiyeye, Ahmedîye ve Muhammedîye, Cenknâmeler, Siyer-i Nebi ve Gazâvetnâmeler, Menâkıbnâme, Mesnevî, Bostan ve Gülüstan türü eserler buralarda okutulan başlıca eserlerdendir.
Dini öğretimin çok yaygın olarak yapıldığı yerlerden biri de toplu eğitim ve öğretime açık olan mekânlardır.
Ders-i Âmlık Müessesesi, icazetli hocalar tarafından camilerde umuma açık dersler veriliyordu. Bu dersler sabah ve ikindi namazlarından sonra veriliyordu. Derslere halktan her zümreden kişiler katılıyor, ders dinliyordu. Bazı camilerde bu sayının 500 kişiyi bulduğu yazılmaktadır.
Medrese öğrencileri “Taşra çıkmak” geleneği ile her yıl üç aylarda, her köy ve kasabaya giderek, her konuda halka dinî dersler veriyor, aynı zamanda yıllık iaşe ve diğer ihtiyaçlarını temin ederek geri dönüyorlardı.
Medrese öğrencileri, yaygın bir şekilde yürüttükleri bu faaliyetleri sayesinde aynı zamanda İstanbul, Bursa, Konya gibi diğer büyük yerleşim merkezleriyle taşra arasında bir nevi irtibatı sağlama, halkın dini konulardaki ihtiyaçlarını giderici bilgilendirmelerde bulunma, toplumun dini hayatında birlikteliğe yönelik katkıları oluyordu.
Osmanlı Devlet yöneticileri, bütün kurumlarını denetleyecek hususi meclisler oluşturmuş, eğitim ve tekkelerin kontrolünü bu meclisler eliyle yaptırmıştır. Meselâ; Meclis-i Meşeyıh Tasavvufla ilgilenen dergâh ve tarikatları, Meclis-i Mütekellimûn(kelamcıları), Meclis-i Fukâha ve Muhaddisûn, Meclis-i Müfessirûn gibi muhtelif seçkin kişilerden oluşan heyetler eliyle bu yerlerin denetimleri ve kontrolü sağlanmıştır.
Sonuç olarak Osmanlı Devleti, dinî mevzulardaki eğitim faaliyetlerini en alt seviyeden, en yüksek dereceye kadar eğitim kurumlarında klasik metotlarıyla veriliyordu. Ancak, Osmanlı Coğrafyasının her yerinde Müslüman halkın medrese eğitiminden yararlandığını söylemek oldukça zordur. Zira çocuklarını eğitim için medreseye göndermek bir imkân meselesi olarak görmek gerekir.
Özetleyecek olursak, Osmanlı döneminin din eğitimi faaliyetleri:
-Medreselerde ve sıbyan mekteplerinde,
-Tekke ve zaviyelerde,
-Camilerde halka açık olan Ders-i Âmlarda,
-Askeri kışlalarda Tabur İmamları vasıtasıyla,
-Üç aylar süresince medrese talebelerinin yurdun her yerine dağılarak yapmış oldukları sohbetleri yoluyla,
-Üst düzey elit zümrelerin kendi aralarında tertiplemiş oldukları dinî dersler ve sohbetlerle olmuştur. Örneğin; Huzur dersleri bu tür özel sohbetlerden birisi olarak görlebilir.
[1] Kur’an, Bakara/31
[2] Kur’an, Alak/1
[3] Kur’an, Zümer/9
[4] Buhari-Müslim
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/153; Buhari, es-Sahih, C. IV, 236.
[6] Tirmizi, Sünen, V/51 Hadis no: 2687