ÇAĞIMIZ İNSANI ve HZ. MUHAMMED (S.A.V.)’İN MESAJI

       Çağımız insanının gündemini neler oluşturuyor? Bunların ne kadarı Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği evrensel mesaj ile bağdaşıyor? Bu soruların cevabını insaflıca düşündüğümüzde, Müslümanlar olarak pek de hoşlanılmayacak bir manzara ile karşı karşıya kalırız. Bu durum, günümüzün insan anlayışıyla yakından ilgilidir. İnsanlığın hedefi, içinde yaşadığımız asırda her devirdekinden daha fazla, manevi değerlerden maddi unsurlara kaymış, maddî çıkar neredeyse tek değer haline gelmiştir. İnsanların istek ve ihtiyaçlarının sınırının olmaması bu yarışı ciddî anlamda hızlandırmış, sınır tanımaz bir hale getirmiştir. Bunun sonucu olarak ferdî ve ictimâî hayatta birçok problemler ortaya çıkmıştır. Bu anlamda çağımızda adeta ahlâkî bir deprem yaşanmaktadır.

İnsan… kainat emrine verilen[1], Allah’ın mükerrem kıldığı[2] varlık! Ancak o, kendine yazık etmekte[3], huzur ve mutluluğu hiçbir zaman bulamayacağı yerlerde aramakta, kendisi için gönderilen ilâhi mesaj Kur’ân-ı Kerîm’in ışığıyla yolunu aydınlatmak için gerekli çabayı göstermemektedir.

Kendini tanımaya yeterli vakti ayırmayan günümüz insanı, kendisini veya çevresindeki insanları genellikle basit ve sıradan gibi görür ve kabul eder. Ancak onu tanımaya çalıştığında derinlik ve karmaşıklığı karşısında hayrete düşer. Neticede anlar ki, her insan başlı başına bir alemdir. Bu hususta, “Sen kendini basit bir şey mi sanırsın, alem-i ekber senin içinde gizlidir” denmiştir.

Çağımızda toplumsal çalkantılar, intiharlar, bunalımlar, katliamlar gündemi en çok meşgul eden konulardandır. Bu açı göz önünde bulundurulduğunda çağımızı bunalım ve stres çağı diye isimlendirmek mümkündür. Şüphesi olanların haber bültenlerini bu yönüyle dikkate almaları, onları iknaya kafi gelecektir. Çağımızda insanlık ciddî bir bunalım dönemini yaşamakta, ahlakî değerlerden mahrum yetişen nesiller, bu bunalımların aktörü haline gelmektedir. Bunalımlara yol açan problemlerin çözümü için pratiğe yönelmek ve hadiselerin temeline inmek gerekmektedir. Ortaya çıkan her hadise, davranış ve problemin temelinde, bir anlayış ve yaklaşım meselesi yatmaktadır. Sıkıntılardan kurtulmanın yolu, hakkaniyet ölçüleri içinde insanın her türlü menfaat ve ihtirasdan uzak bir şekilde İslâma uygun olarak hayatını yeniden programlamasından geçmektedir. Çünkü, İslâm ülkelerinde, kendi değerlerine yabancılaşmış aydınlar(!) vasıtasıyla, toplum bünyesinde tedavisi zor yaralar açılmış, müesseseler başka kriterlere göre oluşturulmuş, bünye ile üretilen çareler birbirine uymaz hale gelmiştir.

Yeryüzündeki problemlerin sebebi, insanların kendi elleriyle yaptıkları hatalardır. Bu hususta; “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır”[4] buyrulmaktadır.

İnsanoğlu gözünü dünyaya açtığında etrafında belli bir düzeni hazır olarak bulmaktadır. Başta aile ve çevre daha sonra da buna eğitim kurumu olarak okul eklenmektedir. İşte şahsiyetin temel taşını; aile, çevre ve okul denilen üçlü yapı oluşturmaktadır. Fıtrat da, bunlara göre şekillenmektedir. Çocuktaki dinamik şahsiyet, hayatta karşılaşılan yanlışlıklarla kırılmakta ve insanların hatalarıyla fıtrattan uzaklaşılmaktadır.

Etkilenen bir varlık olan insan, aile içinde şekil ve şahsiyet kazanarak toplumun bir parçası haline gelir. Bu etkilenme belli prensipler dahilinde ve yaratıcının isteği dahilinde olursa olumlu neticeler almak mümkündür. Bu hususta bize ışık tutacak şekilde; “Onlara şöyle dedi: “Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Elbet size Benden bir yol gösteren gelir; Benim yoluma uyan ne sapar ve ne de bedbaht olur. Benim Kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman: “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim” der. Allah: “Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun” der. İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem, ahiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha devamlıdır. Onları yerlerinde gezdikleri, kendilerinden önce yok etmiş olduğumuz bunca nesiller doğru yola sevk etmedi mi? Doğrusu bunlarda akıl sahipleri için ibretler vardır.”[5] buyrulmaktadır. Ayetin ilk kısmında, insanın içinde gizli bulunan olumsuzluklara işaret edilmiş, onun panzehiri olarak yaratıcıdan gelecek irşad ve hidayete uyulması istenmiştir. Bu hidayete uyanların da olumsuzluklardan kurtulup memnun olacağı bir hayata erişeceği ifade edilmiştir. Aksine hareket edip hidayet rehberinden yüz çevirenlerin dünyada sıkıntılı bir hayat yaşayacağı gibi, ahirette de kör olarak haşredileceği ifade edilmiştir. Devamla dünyada Allah’ı unutanların ahirette unutulacağı belirtilmiştir.

Potansiyel olarak bulundurduğu enerjisini müspet yönde verimli hele dönüştüremeyen gençlerimiz stres ve sıkıntı içindedir. Mükemmel bir ideale sahip olması karşısındaki engellerin yanında, hedefine ulaşmasına maniler de pek çoktur. Çocuk ve gençte inandığı ile yaşadığını birleştirip bütünleştirmek isteyen diri bir şahsiyet yapısı mevcuttur. Ancak yanlışlar ve aldanışlar; basiret ve fıtratı köreltmektedir. İnsanı, aileyi ve toplumu inşa edecek kadın, fıtratına aykırı bir hayat tarzının baskıları altında huzurlu değildir.

Çağımızdaki insan anlayışı, maalesef insani değerleri gözardı ederek insanın maddi imkan ve dış görünüşüne göre şekillenmektedir. Ancak ciddi anlamda düşünüldüğünde; şahsiyet, denge ve istikametten mahrum, ruh, kalp, zihin ve iradesine önem verilmeyen kişinin nesine, nasıl insan diyeceksiniz? Ona insan deseniz bile, ondan hangi erdemli davranışları, nasıl bekleyeceksiniz?

Günümüzde insanların kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen hususlarla meşgul edilmeleri, gündemi meşgul eden konular insanın kendini gerçekleştirmesini engelleyici mahiyettedir. Bu konuda ciddi bir şekilde kafa yorulmalı ideal insan anlayışının gerçekleşmesi için gerekli tedbirler alınmalıdır. Manâların manasına teveccüh edilmezse manâsız yükler altında ezilme kaçınılmazdır.

Çağımız insanı, kalabalıklar içinde yalnızlık hissetmekte, gerçek bir dost bulamamaktan şikayet etmektedir. Dertlerini, problemlerini konuşup tartışacağı samimiyette çok az insan bulabilmekte, ilişkilerin resmi ve göstermelik nezaket içerisinde yürütülürken bile son derece soğuk olduğu hissedilmektedir. Samimiyetten uzak yapmacık gülümsemeler ve rişvet-i kelam bunun göstergelerindendir. Böyle bir atmosferde kişi büyük bir umutsuzluk ve ızdırap içerisinde çevresinden ve hatta kendi varlığından rahatsızlık duymaktadır. İnsan, kendini tanıyıp bilemediği için, mutlu olabileceği bir hayatı kuramamıştır. Davranışları bir hesaba göre ayarlamak günümüzün belirgin vasıflarındandır. Aslî fıtratını muhafaza edebilmiş olanlar, şahsiyeti tam oluşmamışlar gibi bir hesaba göre hareket etmeyip, samimi davranışlar sergilerler.

Aile, çevre dediğimiz sokaktan gelen yanlış ve bozuk etkilerle sarsılmaktadır. Bilhassa büyük şehirlerdeki üniversiteyi kazanan taşralı gencin karşılaşıp yaşayacağı ortam, değişim, kendi kimliğini ortaya koyması, kimlik çatışması ve arayışı en önemli problemlerden biridir. Tüketim toplumu anlayışının sürekli empoze edildiği cemiyetlerde istenilenlere ulaşamamaktan kaynaklanan sıkıntı ve streslerin olması kaçınılmazdır. Bunun ileri safhalara varması, fertlerin iç dünyalarını ve dolayısıyla cemiyetleri tehdit etmektedir.

Manevi değerlerin ihmali, günümüzde karşılaştığımız çeşitli problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnsanlığın iradeli veya iradesiz tâbî oldukları düşünce sistemlerinin öngördüğü ideal insan tipi söz konusudur. Toplumlar bu ideal tipe uygun tavır ve davranışları tasvip ederken uygun olmayanları da tecride tabi tutup dışlarlar.

Tüketim toplumu anlayışının sürekli empoze edildiği cemiyetlerde istenilenlere ulaşamamaktan kaynaklanan sıkıntı ve streslerin olması kaçınılmazdır. Bunun ileri safhalara varması, fertlerin iç dünyalarını ve dolayısıyla cemiyetleri tehdit etmektedir.

Günümüz insanının dünya görüşü ile İslam’ın öngördüğü hayat anlayışı arasında önemli bir uçurum oluşmuştur. Çağımız insanının önceliği hatta tek hedefi, dünya hayatının meşguliyetleri haline gelmişken, denge dini olan İslam, ebedî hayat ve dünya hayatını beraber ele alarak ahirete imanı, imanın en önemli ilkelerinden biri olarak kabul etmektedir.

Hayat ve dünya görüşünü belirlerken insandan gelene evet, din vasıtasıyla Allah’dan gelenlere hayır diyebilmek, zihnî parçalanmanın tabiî bir neticesidir. Din, insanla Allah arasındaki bağdır. Dinin sebep ve kaynağı Allah, muhatap ve mükellefi insandır. Son hak dinin kitabı Kur’ân, insanın mahiyet ve özelliklerinin en doğru şekilde Allah tarafından bilineceğinin altını çizmektedir.[6] İslamiyet, insanları her şeyden önce Allah’ın kulları şeklinde bir bütün olarak değerlendirir.

Bilhassa genç insanlarımızın en büyük problemi, ruhun ihtiyaç duyduğu manevî gıda ve değerlerden mahrum olmalarıdır. Gıdası ibadet ve zikir olan ruhun açlığını başka şeylerle doyurmak mümkün değildir. Gönlü yatışmamış insanların en önemli özelliklerinden biri dengesizliktir. Bundan kurtulabilmek için, sistemli bir şekilde inanan insanların gündeminden kaldırılmaya çalışılan İslam düşüncesinin yaşayışımıza aksetmesi yönünde gerekli tedbirler alınmalı, inanç ve davranış arasındaki engeller kaldırılmalıdır.

Manâsız kavgalar, fikirsizlikten doğar. Sokakların aydınlatılmasına verilen önemin onda biri zihin ve ruhların aydınlatılmasına verilseydi günümüz daha bir aydınlık olurdu. Kendi değerlerinizi tanıtamadığınız evladınızın gönlündeki boşluğu başkaları hiç de hoşlanmayacağınız şeylerle doldurur. Neticeye siz bile haksız olarak hayret edersiniz.

Dengesiz davranışlı insanların çoğaldığı ve patalojik bir hal aldığı toplumlarda fitne, anarşi ve terörün yeşereceği bataklıklar oluşmuş demektir. Bu bataklıkların sebebi; iki zıt kutbu içinde barındıran insanın menfi yönlerinin İslami terbiye ile kontrol altına alınmamış olmasıdır. Çünkü, fitne ve anarşinin uyanması ferdin iç dünyasında başlar.

Sürüden ayrılanı kurt kapar. Ancak sürünün kurtlaştığı toplumlarda insan ne yapar? İnsanlarımızı toplum anarşisinden kurtarmak istiyorsak, öncelikle ruh ve düşünce anarşisinden kurtarmak ve bunu sağlayıcı tedbirleri almak zorundayız. Zira, sokak anarşisi, genellikle düşünce ve karakter anarşisine düşmüş kitleleri kendi emellerine alet etmektedir. Gönlü ve ruhu istikrar bulmuş, sıhhatli bir düşünce sistemine kavuşmuş, şahsiyet sahibi insanlar, hiçbir harici unsurdan etkilenmezler. Kaleler içten fethedildiği gibi, insanın kurtuluşu da öz olan kalbin felahıyla mümkündür.

İki cihanda saadet ve mutluluk sebebi İslam dini; Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şahsında insanların akıl, kalp ve davranışlarını şekillendiren ilahî bir mesajdır. Mümin, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir. Müminlerin hayırlısı, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir. İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.[7] Bir işi bitirince diğerine başlamalıdır.[8] Hikmet, müminin yitiğidir, nerede bulursa almalıdır. Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.[9] İki günü birbirine müsavi olan zarardadır, gibi prensip ve mesajlar inanan insanın hayatındaki yerini almalıdır. Mümin; hak ve haddini bilmeli, ifrat ve tefritten sakınmalı, imanına göre bir hayat yaşamalıdır. İlim, edinilen bilgilerden faideli netice çıkarmasını öğrenmek olduğu gibi, iman da, inanılan hususların pratikte değer ifade etmesini gerektirir. Hürriyet ise, nefsin esaretinden kurtulmaktır.

İman edip Allah’ı severek O’na kul olmak O’nun elçisinin getirdiği değerlere uymayı gerektirir. “Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder”. De ki: “Allah’a ve peygambere itaat edin”. Yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah inkar edenleri sevmez.”[10]

Dinin ortaya koyduğu emir ve hükümler, Allah’ın yasalarıdır. Bu konuya da işaret edecek şekilde Kur’an-ı Kerim’de; “Bunlar Allah’ın yasalarıdır. Allah’a ve Peygamberine kim itaat ederse onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azap onadır”[11] buyrulmaktadır.

Aslı toprak olan insan kendisine üflenen nefha ile hiyerarşik olarak en üstün ve en güzel varlık kabul edilmektedir. Nitekim bununla alakalı olarak, Tin Suresi 4. ayette; “Biz insanı en güzel şekilde yarattık”, denilmektedir. Ancak bu üstünlük onun Rabbinin düsturlarına uymasına bağlı kılınmıştır. Aksi takdirde devamı ayette “Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık”[12] diye haber verilmektedir.

İnsanı farklı ve üstün kılan unsurlardan birisi de, bağımsız davranma ve seçme kabiliyetine sahip olmasıdır. İnsan potansiyel olarak, iyi ya da kötüyü seçme ve gerçekleştirme özelliğine sahiptir. Bu, onun varlığında dengeli bir şekilde gizlenmiştir. Nitekim Kur’an’da bu hususa şu şekilde işaret edilmiştir; “Kişiye ve onu şekillendirene, Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki: Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır”.[13] Bu ayet, insandaki iki yönlü hassas dengeye işaret etmektedir. Bu hususda “Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük”[14] ayeti de manidardır.

Sosyal dayanışmanın dengeli ve âdil kurulabildiği toplumlarda hayat sağlıklı bir şekilde devam eder. Aksi takdirde sınıflaşmalar başlar ve bu sınıflar arasındaki uçurum derinleştikçe huzursuzluk çatışma noktasına gelir. Günümüzdeki örneklerde ve insanlık tarihinde bunu görmek mümkündür.

İnsanların canları ve malları da dahil olmak üzere, sahip oldukları her şey Allah’ın bir emanetidir. Varlığın hakiki sahibi Allah, bir kısım varlığın istifade hakkını geçici olarak insanlara bırakmış ve bunlardan yararlanma şartlarını da açıklamıştır. Kimine az, kimine çok vermesi de O’nun hikmetinin bir gereğidir. Kur’ân diliyle bu gerçek şöyle ifade edilir; “De ki: “Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen, her şeye Kadirsin.”[15]

Müslüman için esas, ne olursa olsun zengin olmak değil, hayırlı mal ve mülke sahip olmaktır. Nitekim dinimiz, meşrû yollardan elde edilmiş mülkü kutsal sayarken; hırsızlık, dolandırıcılık, gasp ve rüşvet gibi gayr-ı meşrû yollardan elde edilen kazanç ve mülkiyeti ferdin ve insanlığın felaket sebebi kabul etmiştir.

İnsanların sahip oldukları farklı özellikler; kıskançlık ve hasede yol açmamalıdır. Çünkü, herkes sahip olduğu imkân ve kabiliyetle orantılı bir şekilde yaptığı amellerden sorumludur: Bu hususa da işaret edecek şekilde, “Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir”[16] şeklinde insanlar ikaz edilmektedir.

İnsan başıboş bir varlık değildir. Bu hususda biraz da sitemli bir uslupla, “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!”[17] şeklinde insanların dikkati çekilmiştir. Davranışlarından sorumlu olan insan, kendi elleriyle kendisini tehlikeye atmamalı, her konuda dikkatli haraket etmelidir. Bu hususa da şamil olacak bir şekilde, “Allah yolunda sarf edin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever”[18] ayeti üzerinde derinlemesine düşünmek inananlara yeni ufuklar açacaktır.

İnsan hal ve durumunu az-çok bilip tahmin eder. Bu konuda, “Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir”[19] ayeti dikkete şayandır. Kendini tanıyan insan, varlığının sebep ve hedefini bulacaktır.

Kişilerin birbirine üstünlükleri, yaptıkları işleri ve bıraktıkları eserlerle ölçülür. Asıl üstünlük ise iman, ilim ve takvâ iledir. İslam’a göre, insanlar doğuştan sahip oldukları özellikler ve irtibatlar ile bir üstünlüğe sahip değildir. Ancak, irade ve gayretle elde edilen iman, ilim ve takvâ ile bir üstünlük söz konusudur. İnanan bir cariyenin hoşlanılan bir putperestten daha iyi olduğunu haber veren ayet de[20] imanın değerini bizlere bildirmektedir. İman ve ilim ehlinin derecelerle üstünlüğe sahip olabileceği, Mücadele Suresi 11. ayette haber verilmektedir. Yine takvanın üstünlük sebebi olduğu, “Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır”[21] ayetiyle haber verilmiştir. Nihayet imanın mutlak üstünlük sebebi olduğu, “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız, mutlaka siz en üstünsünüzdür”[22] ayetiyle aşağılık komplekslerine son verecek şekilde ilan edilmiştir.

Kendini bilen, Rabbini bilir. Uyanıp kendini tanımayanlar, insanlığın meselelerine çözüm değil ancak problem üretirler. Yaratıcının nizamı dengeli, yegane nizamdır. Müslüman olduğunu iddia eden bir toplum, İslâm’ın öngördüğü değerler sistemini kurmak ve yaşatmakla mükelleftir. Uyuşturulan kafa ve kalplerden sadra şifa çarelerin beklenmesi safdilliktir.

Toplumları şekillendirme niyet ve gayretinde olanlar kendi nefislerinden başlamadıkları müddetçe istenilen cemiyet kurulamayacaktır. İnancımız istikametinde çalışarak, kendimize ve bizden sonra geleceklere örnek bir şahsiyet ortaya koymak yapılabilecek en büyük hizmettir. İslâma hizmet, her şart ve ortamda menfiliklerden korunacak dinamik bir anlayış ve basiretle mümkün olabilir.

 Arş. Görv. Hüseyin Emin SERT*

 


* Fırat Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı, 1999.

[1]Lokman, 31/20; Zuhruf, 43/13; İbrahim, 14/32-33; Nahl, 16/12; vd.

[2]İsrâ, 17/70.

[3] Fatır, 35/32.

[4]Rûm, 30/41.

[5]Tâhâ, 20/123-128.

[6] Mülk, 67/14.

[7] Necm, 53/39.

[8] İnşirah, 94/7.

[9] Rad, 13/26.

[10] Al-i İmran, 3/31-32.

[11] Nisa, 4/13-14.

[12] Tîn, 95/ 5.

[13] Şems, 91/7-10.

[14] İnsan, 76/3.

[15] Al-i İmran, 3/26.

[16] Nisâ, 4/32.

[17] Kıyamet, 75/36.

[18] Bakara, 2/195.

[19] Kıyamet, 75/14-5.

[20] Bakara, 2/221.

[21] Hucurat, 49/13.

[22] Al-i İmrân, 3/139.

Bir yanıt yazın