LİYAKAT SENDROMU

Misafir Kalem
Hafızasındaki ve hayatındaki yerini arada bir hatırlasa da; -Toplum yaşantısında ve sosyal devlet anlayışında çok önemli bir kavram olsa gerek liyakat- diyordu. Özellikle devlet kurumlarındaki hizmetin icrası noktasında, işe ehil insanların iş başında olmaları günlük yaşantısını kolaylaştıracağı gibi sosyal adalet ve toplumun önünün açılması açısından oldukça hassas bir durumdu.
Kişide aradığı liyakat kriterlerinin başında; insanın şahsiyeti, iş becerisi ve idari melekelere sahip olması geliyordu. Nitekim Hz. Peygamberin bu konudaki “İşi ehline veriniz!” sözleri konunun hassasiyetini açıkça ortaya koymaktaydı.
Siyasette aranan kriterlerin en başında tercih edilen kişinin maddi ve demografik gücü ön plana çıkarken, bürokraside ise beceri ve şahsiyetten önce siyasi çevrelere ve siyasetçilere olan biyolojik, ideolojik yakınlık en belirleyici özellik olarak ön plana çıkmaktaydı.
İşte bundandır ki toplumda bir kargaşa, ortamıdır sürüp gitmektedir. Seçilenlerin seçim sırasındaki söylemleri ile seçildikten sonraki icraatlarının bir biri ile örtüşmemesinin ana nedeni “liyakat” sorunuydu. Seçim öncesi kutsadıkları halkı, seçim sonrası güruh olarak gören siyasilerin toplumun sinesine kazıdıkları bu derin tırnak izlerinin ana nedeniydi liyakat sorunu.
Devletin icra makamlarındaki insanların o makamlara layıkıyla değil de siyasi tercih ile getirilmeleri o makamları ve buna bağlı olarak ta devletin kalitesini zayıflatmaktaydı. Kalitesi zedelenmiş bir devlet ise insanlar arasında umut ve güvensizlik sorununu ortaya çıkarmaktaydı.
Bütün yol boyunca, beynini yerinden söken fikir kasırgası ile çalmıştı Yüce Meclisin kapısını. Çalıştığı iş yerinde haksızlığa karşı dik durduğu için amirleri ile ters düşen ve bu davranışından dolayı ise cezalandırılan bir Devlet Memurunun sığındığı ilk kapılardan birisi olmuştu siyaset. Hani şu seçim meydanlarında ahkâm kesen, güzel sözleri ile gönüllere taht kuran vekil vardı ya, işte ilk işi o vekille durumu paylaşmak olacaktı.
Kapı önünde karşılanacağını zannederek gittiği meclis odasında yüzüne bile bakılmamasının şokunu üzerinden atamamıştı bir süre. Henüz sözlerine yeni başlayacaktı ki; “O şahıs benim yakın akrabamdır.” denilerek söyleyeceklerinin belli bir edep ve düstur çerçevesinde söylenmesi ince bir siyaset sanatı ile suratına bir şamar gibi çarpılıyordu.
Çalıştığı iş yerinde yapılan bir haksızlığa karşı çıktığı için kınama cezasına çarptırıldığını ve ardından da iş yerinin çalışma ortamına uymadığı için kitabına uydurularak yerinin değiştirildiğini anlatmaya çalışıyordu. Üstelik bütün bunları çıkmamış candan umut kesilmez edasıyla anlatıyordu vekile.
Meseleyi derinlemesine anlatma fırsatı verilmese de yüzsüzlük edip anlatmıştı sonuna kadar. Meramını anlatmayı bitirmesinin hemen akabinde telefonla şikâyetçi olunan kişi aranıyor ve mesele bir de onun ağzından dinleniyordu. Kısa bir duraksamanın ardından ise hüküm veriliyor ve haksız ilan edilerek oradan uzaklaşması kibarca isteniyordu. “Ama efendim, bizim oylarımızla geldiniz buralara!” diyerek yapılan haksızlığı, adaletsizliği anlatmaya çalıştıysa da “Ben dişlerimle, tırnaklarımla yerleri, şartları tırmalayarak buralara geldim.” denilerek ağzının payı veriliyor ve oracıktan uzaklaştırılıyordu.
Bu muydu hak, bu muydu adalet? Bunları vicdan sahibi bir insan nasıl yapabilirdi? Nasıl hesap vereceklerdi zamanı gelince halka ve Hakka? Odadan çıkarken kimin vekil, kimin asil olduğu beyninde şimşekler gibi çakıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Adalet dedikleri, demokrasi dedikleri bu olmalıydı her halde. Liyakat dedikleri bu olmalıydı…
Aslanlar beslenmeden kargalara yem düşmeyeceği doğanın bir kanunu değil miydi zaten. Sessizce mırıldandığı “isyanlı sükût” şiiri ile ağır ağır indiği meclis merdivenlerinden dışarıya çıkıyor ve büyük bir huşu ile terk ediyordu şehri(!)

Yürüdü kör topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı elini, vazgeçti birden
“Oy” dedi yutkundu eğdi başını…

Hamdi ÜLKER

 

Bir yanıt yazın